BERZAH

-Bütün Dalların Birleştiği Kök’e-

Salih Mirzabeyoğlu

3. hamur, 397 sayfa

İsteme Adresi: İBDA Yayınları

İ.Kazım Gürkan Cad. Üretmen Han No: 29  Kat: 3 /316 Cağaloğlu-İstanbul

Tel: 0212 528 33 07

 

TAKDİM

İmâm-ı Rabbanî Hazretleri, “talebe, ruhunda ilmin mayasını tutturmaya bakmalıdır, yoksa ezbere ilimle birşey olmaz; zaten ilmin gayesi de o mayayı tutturmaktır!” buyurur... Fransızların kültür tarifi malûm:

- “Kültür, birçok şey bildikten ve onları unuttuktan sonra, kalan bilebilme hassasıdır!”

Anlaşılıyor ki, irfan-kültür, “bilebilme hassasına âit bilgi”, bilginin diğer çeşidini de kendine bağlıyor: Bir şeyin nerede aranacağını bilme ve ne aradığını bilme... Meselâ, bir hâkim ve avukat, gelmiş geçmiş bütün kanunları ezberlemiş insan değildir. Bir cerrah da, ameliyathâneye bu bilebilme-yapabilme hassasıyla girer; ve gerektiğinde nereye müracaat edeceğini bilerek. Başka bir misâlle: Ameliyathânedeki âletleri hademe de tanır ama, ameliyatı yapan cerrahtır.

·

Allah Resûlü, “iki garib şey vardır” buyuruyor; biri, sefih kimseden çıkan “hikmet sözü” ki, onu kabul edin. Diğeri, hakîm olan adamın “sefih sözü” ki, onu affedin. Zirâ, hiçbir hakîm yoktur ki, ayağı sürçmesin; ve hiçbir hakîm yoktur ki, tecrübe sahibi olmasın.

·

İnsanda, bilen ve idrak eden meleke, “ruh”tur... İmâm-ı Gazâlî Hazretleri de, “şeriat, zâhirî bir akıldır; akıl da dahilî bir şeriat” diyor; aynı zamanda “ruh” anlamına gelen bu akıl, selim akıl, “sefih kimseden çıkan hikmet sözü”nün niçin “garip şey” olduğunu gösteriyor, çünkü aslı-astarı İslâm’ın... Hakîm olan adamın sefih sözüne gelince; bundaki garibliğin de, şeriat’ın zâhirî bir akıl ve akılın da dahilî bir şeriat olmasına âit hakikate uygunsuzluğundan ileri geldiği belli.

·

“Sefih” ve “hakîm” nitelemesi boyunca çeşitli mânâlar çıkabileceği için, hadîs’in mânâlandırılmasını tahdidî olarak almadığımı, eserin niteliğiyle ilgili yönden üzerinde durduğumu belirtmeliyim... Aynı hadîs çerçevesinde üzerinde durulması gereken husus, “tecrübe”... Batı felsefesinden önce, İslâm’da, İslâmca ifâde edilmiş:

- “Şer’î, istidlâlî ve nazarî ilimlerden maksat, dindeki gizliliklerin açık edilmesidir. İcmâl yollu olan marifeti tafsile getirmek ve nazariyattan zaruriyata çıkarmak; bütün maksat da o!”

İstidlâl: Tecrübe ve müşahedeye dayanan bütün ilimler, bu sınıflamada. Zihnin, eserden müessire ve müessirden esere intikali. “Tümdengelim” ve “tümevarım” davası, kritiği... Kant’ın, “Teorik aklın kritiği” ve “Pratik aklın kritiği” malûm; zaten onun sisteminin aslı, bu “kritik-tenkid” şuuru, bunun sistemleştirilmesi. Baştan beri anlattıklarımızdan anlaşılıyor ki, idrak-farkında oluş, kendi varlığımızın isbatı hâlinde, varlığın bir “kritiği-tenkidi”, bir “tecrübesi-pratiği”dir... Pratik, malûm, “amelî” demek; işe dönük. Bu mânâda, yerine ve mevzuuna göre, “teori” ve “sistem” kavramlarını da kapsar.

·

Hakîm: Varlığın hakikatine vakıf olan, hikmetle muttasıf-vasıflanmış... Kul plânında mutlak hakîm, Allah Sevgilisi’dir. Dahilî ve haricî şeriat, “Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanınız!” ölçüsüne milimi milimine uygun şekilde, dindeki gizliliklerin açık edilmesi olarak O’nda; O’nun sünnet ve hadîsleri... Kur’ân’da, “Allah ona Kur’ân’ı öğretti” buyuruluyor; demek ki, sünnet ve hadîsler, Allah’ın öğrettiği bu tecrübeyi gösteriyor. Malûm; Peygamberlere “hata” isnad edilmez, “zelle” tâbir edilir; sürçme... Bu sürçme de, yine bir hikmete mebnidir: Aynı, hurmaların aşılanması mevzuunda –diğer eserlerimizde yeri geldikçe yazdık!-, yanılması ve “siz dünya işlerini benden daha iyi bilirsiniz!” buyurması gibi; ve gösterdik ki, söz konusu hadîs’te, “tecrübe” ve “fayda” uyarılıyor.

·

Varlığın hakikatine muttasıf hakîm; beşerdir, şaşar... Vahy ve ilham farkı gibi. Ama “asıl” sağlam olunca, onun asla nisbetle araz kalan sefih sözü, tek bir cevhere ircâ olunan yerde, “yanlışı bile doğruya vesile” bir mânâ ifâde eder; nasıl ki âyette meâlen, “Allah onların kötü amellerini iyiliğe tebdil eder” buyurulmuştur. Nasıl ki, rüyâ tâbiri hususunda Allah Resûlü, Hazret-i Ebubekir için “bazen isabet eder, bazen hata eder; ama ihlâsından dolayı Allah, onun yanlışını da doğruya çevirir!” buyurmuştur. “Tecrübe”ye dair, bâtınî, fikrî, ilmî ve teknik ne varsa, hepsi aynı hadîsin mânâsından süzülebilir; o bir ircâ vahididir. Kezâ, ezbere bilgi ile, yapabilmek-tecrübe sahibi olmak arasındaki fark; gûya mevzuunda çok şey biliyor ama, önüne onunla ilgili bir mesele gelince aval aval bakıyor. Anladınız; hakîm, tecrübe sahibi olan, irfan sahibi olandır. Tecrübe’de yanılma, şuna benzer: Vücudumun ihtiyacı hâlinde birşey istiyorum... Elma yedim, değil, armut değil; tamam, marul... “Aradığının ne olduğunu bilmezsen, bulduğunun da ne olduğunu bilemezsin!” meselesi.

·

Bizim, dünyayı nakışlandırma meselesi olarak, marifet ve tecrübe alanımız belli: İslâm tasavvufu ve Batı tefekkürü kanatları arasında, ikinciyi, birinciye ircâ... Seffah: Güzel konuşan, hatib. Kan dökücü, gaddar... Tek başına güzellik, yanıltıcı olabilir; bu yüzden, “doğrunun olmadığı yerde güzel de yoktur!”... Mânâda “kan dökücü” olanlar, Allah’a giden yolu kesenlerdir; İslâm’dan gayrı ne varsa... Neticede, sefihin, onda “garib şey” olarak duran “hikmet sözü”nü alıyoruz!

·

Allah Sevgilisi, “din edebtir!” buyuruyor; edeb, kendini belirten kaidelere uymaktır. Hazret-i Ali, o ilim beldesinin kapısı, “edeb, aklın suretidir!” diyor; insan aksiyonunu öne alıcı bir bakışla, dahilî şeriatı gösteren aklî-ruhîliğin, hadlere riayetini belirten kaideler ve kurallar... Kural ve kaidelerle ifâdeli edebin, akla nisbet “suret” oluşu bu.

·

Kaide: İlgilenilen her türlü mevzu ve nesneleştirme faaliyetinde, yönelinen mevzu ve nesne kadar, yönelişe âit ölçü ve ölçülendirmelerin, kısaca “muhakeme usûlü prensipleri”nin de “ilgilenilen” üzerinde görünmesi gerekir; aslına bakarsanız, her yönelinen meselede o meseleye dair “irfan kıvamı” buradan başlar ve bu kalite düştükçe, iş kabak çekirdeği idrakine kadar iner. “Neyi düşünüyorum”la birlikte, evvelâ “nasıl düşünüyorum?” ve “niçin öyle düşünüyorum?” davası... Bizzat bunu mevzu edindiğim eser malûm: İBDA DİYALEKTİĞİ-Kurtuluş Yolu... “Kendinden zuhur” ve “gerektiği yerde gerekeni yapma” esasının, ilgili mevzuları ile işlenişi. İslâm tefekkürü ve ezbere soydan olmayan İslâm Fıkhı’na âit usûl ilimlerini, sözkonusu kaideye göre de görün. Batı’da ise, “felsefenin ilkeleri” edebiyatına dair tümen tümen... Bu eser de, İBDA’nın bütün eserleri gibi, o iz üzerinde.

·

Edebin aslı da, esası da, menşei de İslâm’da... Tâ baştan, bildirileni bildiğimizden alalım: Allah, yeryüzünde insanı yaratacağını söylediği zaman, melekler “Yarabbi, yeryüzünde kan dökücü ve fesad çıkarıcı kulunu mu halkedeceksin?” dediler. Bunun üzerine Allah, “Ben sizin bilmediğinizi de bilenim” buyurdu... Daha önce belirttik: Sefih ve seffah, “fesat çıkaran, kan dökücü gaddar ve güzel konuşan” mânâlarını da kapsar; ve iş, bildirilen ölçüden alınınca, Allah Resûlü’nün “iki garib şey vardır” buyurdukları hadîs’teki “sefih kimse”den kasdı görünür. En başta İslâm dışı, sonra sapık kollar, ardından dereceler; neticede, asıl kan dökücü olanlar, mânâda, kendini ve sair insanları Allah yolundan şöyle veya böyle engelleyenlerdir... Hikmet, aslıyla İslâmındır; onu gariblikten kurtarmak da bizzat edebin gereği.

·

Fayda ve tecrübe, hem içiçe, hem yanyana kavramlar; ikisi de, “kablî-peşin fikirle” işe başlar... Bütün varoluşçu felsefeler bu soydan; pratik, pragmatik... Tecrübe, “kritik-eleştiri-tenkid” şuuru... “Deneme-yanılma” usûlü dedikleri de, tecrübe usûlüne dair... Darwin bile kendi “tekâmül nazariyesi”nin ibtâlini gösteren şu sözü söyler:

- “Garib ama, gerçek; insanda ilk teşekkül eden şuur, tenkid şuurudur!”

Yâni, değerlendirme; ölçme, biçme, tartma, nasıl ve niçiniyle anlama, eleştirme, süzme, tasarrufuna alma... Burada bir hususu da belirtelim: Umumiyetle tenkid, tahlil işi sanılmaktadır, oysa tahlil, işin bir yanıdır. Batı’da bizzat “tenkidi sistemleştirmiş” Kant’ın dediği gibi, “tahlil, yeni fikirler vermez; yeni fikir getiren, terkibî hükümlerdir...” Üstadım’ın bana, “terkibçi olun!” demesi ve aslı İmâm-ı Rabbanî Hazretlerine âit hikmet:

- “İlim, iki şeyin arasını kendini kaybedecek derecede birleştirmektir ki, kıymetliye intikal ederse, tefekkür adını alır!”

Kant’ın “terkibî bilgi”yi tarifi de aynen böyle... Hegel, felsefeyi, bütün geçmiş felsefelerin, içinde bulunduğu zamanın eleştirisi olarak görür; yeni bu... Kant, doğrudan doğruya “herşeyi anlayışımızın varlığını”, aklı mevzu ediniyor; Hegel, ruhun gerçekleşmesi hâlinde “eşya ve hâdise nizâmında olanı anlamanın” ve seyrinin metot ve diyalektiğini-ilkelerini ortaya koyar, bunu misâllendirir... Bu iki isim vesilesiyle de görünüyor ki, iş, “hoşuma gitti aldım, içimden geçti aldım!” çorbacılığında değil; insanın hoşuna giden ve içinden geçen, her zaman “hoş ve doğru” olmaz... “Her görğü sakallıyı dedesi sanma” durumlarına düşülmesi de bundan dolayı... Kısaca: Bir yanda eser, öbür yanda “eser üzerine düşünce-şiar ve ilkelendirme” bir arada olacak. Tasarrufuna alma böyle olur!

·

“Felsefenin, ilimler içindeki yeri nedir, sahası nedir?” soruları etrafında, mesele şuraya oturtulmuştur:

- “Felsefe, insan kafasının hiçbir ilim veya değer içinde yapamadığı bir şeyi yapar; yaşanmış, tahlil edilmiş herşey üzerinde eleştirici düşünce, kritik... Böyle olunca, onun alanı anlaşılır: Gerçekte veya insan eliyle yapılmış olarak varolan herşey üzerinde, -teknik, sanat, ahlâk!-, insan kafasının bunlar hakkındaki akıl yürütmeleri üzerinde, tahlilci ve tenkidçi düşünce; varolan şeyleri eleştirme ve kendi tarafından ibarettir!”

Bu çerçevede, “felsefe” yerine, “hikemiyât”ı koymak, böyle anlamak kâfi!

·

Mevzuunun hakikatine vakıf ve hâkim her ilim ve fikir adamı, o hususa mahsus hakîmdir... Bu meseleyi de belirttikten sonra, gelelim “iki ilmin birleştirilmesine” dair güzel bir misâle, Divan edebiyatı şâirlerinden Haletî’nin bir beyitine... Kısa bilgi: “17 asır ileri gelenleri içinde Haletî kadar kitab okuyan, bilgisini arttırmaya çalışan, bütün fenleri kendisinde toplamış bir zât görülmemiştir. Asrında ilmin reisliği kendisine âit olmuştur”... Onun beyti:

- Bilmeyen der ruhu yok bir cisme meyl etmek neden

Cân verürdü suret-i Şirin’e ama Kûhken

(Bilmeyen der, ruhu yok bir cisme meyl etmek neden

Can verirdi suret-i Şirin’e ama Dağyaran-Ferhad!-)

“Samirî’nin öküzü” bahsinde, o öküz heykelinin böğürmesiyle alâkalı, Muhiddin-i Arabî Hazretleri, bilmeden Cibril Aleyhisselâm’ın ayak bastığı toprağın da heykele karıştırılmasıyla ilgili olarak, “ruh neyle ilgilenirse onu canlı kılar ve eşyaya yayılan bu ruha NASUT derler!” der:

- “Allah, hayvanı, insanın teshirine sunmuştur; insan için, hayvanların hayatı üzerinde tasarruf kuvveti vermiştir. Hayvan şeklinde yapılmış olan heykelin, elbette aslı hayvan cinsinden değildir. Şu hâlde hayvandan daha elverişlidir; çünkü bu, irâde sahibi hayvandan başkadır ve bu yüzden kendisini tasarruf eden kimsenin hükmü ile hareket eder. Halbuki hayvanda, kasıt ve irâde vardır ve bazen kendisinde tasarruf eden kimseye karşı mukavemet eder.”

Nasut, “insanlık, insanlar ve onlarla alâkalı şeyler, insanlığa dair” anlamlarında bir kelime... Nast: Sükût. Dinlemek için susmak... Neticede, dinleyen.

Müdahil insan: Elektronların aynı ânda, hem dalga ve hem parçacık olmaları, garib bir şekilde etrafındaki değişimlere göre dalga ve parçacık olarak davranmaları... Bu husus, müşahede ve tecrübe eden kişinin de hâdisenin içinde ister istemez “katılımcı” rolü ve tesirinin görülmesidir ki, klâsik müşahede ve tecrübe anlayışının dışında neticelere varır... Bu hususta meşhur tecrübe, kafese konulan kedi tecrübesidir ve “Schröndinger’in Kedisi” diye anılır. (Sefine isimli eserimize bakınız.)

Sanıyorum, gözlerde “Ferhad ile Şirin” hikâyesinin rengi değişti; Şirin’in dağa, sembol dağın da teshire mevzu olmasından başlayarak... Şirin, dağın sembolü, dağ ise mânânın-teshirin sureti!

·

Allah Resûlü, “Allah’ı görür gibi ona ibadet et!” buyurmuştur... Şu bilinmelidir ki, “berzah” denilen yer, “Emr âlemi”ndendir. Allah’ın iki hükmünü birbirinden ayıran bir emir yeridir. Bu yer ve emir, katiyyen taraf ilzam etmez (tutmaz), güneş ve gölgeyi ayıran mani sebeb gibidir... Allah der ki, “Meracel... Lâ yebğıyan”... Bu son kelimeden maksat, “bu denizin suları birbirine karışmaz” demektir. Burada hissin bunları ayırmaktan âciz kalmasıdır. (Aczin idraki, hayret)... Akıl ise, bunların birbirleriyle karışmalarının, aradaki bir manianın mevcudiyetinden ileri geldiğini kabul eder... Kısaca, burada ruh’un – şuur’un, “faruk” vasfı, farkeden ve tefrik eden vasfı anlaşılıyor; yâni “berzah”ın.

·

Ruh, “Vacib-ül Vücud: Zorunlu Varlık” âlemiyle, imkân âlemi arasında berzahtır. Bu bakımdan ruh, iki mânâ arzediyor. Renk, şekil ve benzerlikler âlemine göre, onların üstü ve onlardan münezzeh; mutlak şekilsizlik ve benzersizlik âlemine göre de, renk, şekil ve benzerliğin tâ kendisi... Ruh’un iki âlem arasında berzah oluşu, yaratılışındaki asliyet bakımındandır. Ama o, unsurlardan mürekkeb bedene ilişince, berzah âleminden çıkmış ve madde âlemine inmiştir. Böylece, kendisi için şekilsizlik ve benzersizlik, örtülü kalmıştır. (Ruh’a nisbetle, onu gerçekleyen ruhîlik meselesi.)... Allah’ın inayeti yetişip, ruh seferini tamamlayarak –yâni ruhîlik seferi!-, “uruc-yükselme” gerçekleşecek olursa, menzilleri aşar ve bedene ilişmesinden murad olan gayeye erişir, en büyük safa içinde aslî vatanına döner. Berzah olma makamını da bulur... “Kişi, mevzuunu bulamaz ki, ben desin!” makamı...

·

Sanıyorum, “berzah” makamında, “bütün dalların birleştiği kök” mânâsı anlaşıldı... Zâhirî ve dahilî şeriat’ın, hüvesi hüvesine uygunluğu; marifetin, gayesi ve hakikati de... İşi, toprak seviyeli insan ve toplum meselelerinin halline dair şuur ve mevzuu olarak değerlendirirsek; dünyada “fark ve tefrik” ederek, tecrübe ederek (hayat bu!), bilerek veya bilmeyerek bir berzah’tan geçiyoruz. Buna, makam anlamındaki “berzah”a nisbetle, dünyanın mânâsına uygun, “mecazî berzah” da diyebiliriz; “acz idraki”nin, mecazının yaşandığı işler. Bunun doğrusu, işin daima “üst dil-üst diyalektik-üst mânâ”yı gerektiren yerlerde, ircâ vahidlerinin topluluğa doğru olmasında; topluluğun hakikatine... O zamandır ki marifet, marifetin hakikatinden olur ve yanılmalar da, Allah Resûlü’nün buyurduğu “hoşgörülmesi gereken”lere girer.

·

Kültür-irfan mevzuunda söylenenler dikkate alınarak: Bu eser, “berzah”ı, insan ve toplum meselelerinin halli sadedinde, onların ircâ edileceği bir tefekkür ve yekûn vahidi olarak ele alıyor... Bir yönüyle marifetname, diğer yönüyle “daha gevşek” ilişkileri de veren, bir ansiklopedi... Gerek mevzuun niteliği ve gerekse sonsuz genişliği bakımından, bir çekirdek hükmünde; ve yine aynı sebeblere nazaran, fasıllandırılmaları da zor... Bunu, bir fasıldaki mevzuun diğer fasıllara da âit olabileceği yönünden söylüyorum.

·

Toplam olarak: Bu eser, bir bakıma “el kitabı” olabilir, bir bakıma da gerektikçe bakılan, müracaat edilen!

İÇİNDEKİLER

Takdim

1. LEVHA ÂLEMDE İNSAN

Vücud ve Hayat

Yıldız-Çocuk

Merac-el Bahrayn

Allah ve Âlem

Ratk ve Fatk

Bir Levha

Bir Haber

Hayatiyat-Biyoloji

Beyin Hologram-Ruhîlik

İde-Berzah

Kust-Berzah

İnsanî Hakikatin Perdeleri

2. LEVHA RUHA DAİR

Furkan’ın Takdimi

Âyetler

Ruh Ne’dir

3. LEVHA ŞUUR-BERZAH

Hep-Ben: Hep Ben

şünmeye Başlamak

Ruh-Beden-Şuur

Ruh ve Akıl

İmân ve İlim

Şeriat-Akıl-Basiret

“Ben”- Emreden

şünce Zâhir Olmadır

İrade Meselesi

Naka-i Salih – Asâ-yı Mûsâ

4. LEVHA DİL-ŞÜBHE

Akıl-Fiil-Dil

Perde-Korku-Kelâm

Şübhe-Berzah

5. LEVHA BERZAH-ŞEKİL

Berzah

Berzah-Basiret

Şekil ve Madde

Şekil-Fikir

6. LEVHA HİÇ-HEP

Dehr ve Zaman

Zamansız Şuur

Rüyâ İlmi

“Hiç” Nedir?

 

 www.akademya.up.to