FURKAN

-Lûgat-ı Salihûn-

SALİH MİRZABEYOĞLU

Büyük boy, 3. hamur, 756 sayfa

İsteme Adresi: İBDA Yayınları

İ.Kazım Gürkan Cad. Üretmen Han No: 29 

Kat: 3 /316

Cağaloğlu-İstanbul

Tel: 0212 528 33 07

 

 

TAKDİM

Üstadım’ın meşhurluğu nisbetinde meçhul baş şiiri Çile’de kıta:

- “Bir fikir ki, sıcak yarada kezzab – Bir fikir ki, beyin zarında sülük – Selâm, selâm sana haşmetli azab – Yandıkça gelişen tılsımlı kütük!”

Edeb lâtifesi hâlinde her ne kadar yerli yerinde bir teşbih ve mecaz unsuru olarak kullanılmışsa da, siz o “sülük”ü, yolunu ve mânâsını bildiğiniz Üstadım’a nazaran “süluk”, yâni “batın yolu” olarak anlayınız... Aynı şiirde şu mısra: “Bütün kâinat muşamba dekor”... Muşamma’: Muşamba... Ebcedi de, “Salih Mirzabeyoğlu”na denk gelir.

·

Topyekûn kâinat, Allah’ın âyeti ve habercisi; mücerretleri ve buna dair kabartmalarıyla... Eser ve müessir arasında, “tesir edici eser” hüviyetiyle insan; ve kendi iç âlem düzeni peşinde, madde ve mânâda bu şekil verilebilen ve yoğurulabileni tasarrufa memur. Uzatmaya gerek yok, “temhid”in mânâsını da vermiş oluyorum ki şu: (Mehd kökünden, mehd’den). Döşeme, yayma. İskân ve inşâ etme. İzâh etme, arzetme. Mukaddeme yapma. Hazırlama.

·

Kamus: Lûgat. Deniz. Derya. Denizin ortası, derin yeri... Üstadım’ın bir şiirinde, “Gittim gittim denizin, derin yerine vardım!” demesi gibi, onun kalbimize ve beynimize tutuşturduğu “reçete” ve malûm “takdim-kimlik” yazısının tecrid derinliğinde, bu lûgatın tertibi zaruretine çattım. Evvelâ bilinmelidir ki bu lûgat, bildiğim kadarıyla başka örneği yoksa da, sadece “Ebced hesabıyla sayı tevafuku altında toplanmış” kelimelerin tertibi değildir. İBDA külliyatına aşina olanlar, bu eserin muhakemesini, bütün külliyata sirayet etmiş ve onlardan toplanmış-toplulaştırılmış âlet ve “terkibi hükümler” mahiyetini de göreceklerdir. Bu takdim de bir gözlük!

·

Allah, “Biz bir şeyin olmasını dilediğimiz vakit ona OL deriz, o da OLUR” buyuruyor... İnsan fiil ve işlerine, ilgilerine dair İRCA ile, eşyaya dair hareket ve işler, ilgilere dair İRCA bahsinin en nazik kısmı, şöyle veya böyle panteizme düşülmemesi için şudur: “Ruhtan sorarlarsa de ki, ruh, Rabbim’in emrindendir” ölçüsü... Ruhların toplamı tek bir emirdir; ruh birdir... Söz konusu “Küllî Ruh”un tecellisi hâlinde kalb hakikatini meydana getirmek üzere nefsle birleşen ve “senlik-benlik” durumunda ruhlar-zâtlar. Her ruhun Küllî Ruh’ta “zât sırrı neyse o” makamı ve yeri, derece ve basamağı vardır. Ruh, safiyet kazanıp, Arş üstü emirler âleminde aslına döndüğü, Küllî olduğu zaman, Kâinat’ın gizlilikleriyle bütün âlemde bulunan mânâlar, kendine nakşolunmuş olarak bulunur; ve kendi ruhanî sıfatına göre, gaibten alacağını alır... “Müminin ferasetinden korkunuz; çünkü o, Allah’ın nuru ile nazar eder!” ölçüsü... Allah’ın nuru ile nazar ettiğine göre, o murada mebni, hiçbir şey ondan gizli değildir. Ama mümin var, mümin var... Herşey derecen kadar!

·

Yukarıda belirttiğimiz husus gözönünde tutulmak üzere: “Allah, âlemi insan, insanı da kendi marifetine ulaşması için, kendine halife olarak yarattı!”... İnsandan murad, Allah’ın sevgilisi; O’na yakınlık kadar insan ve halife olmak. “Küllî Ruh”tan ibaret olan bu halife, “Emir âlemi”ndendir; çünkü ruh, İlâhî bir şe’n-iş ve oluştur. (Batı tefekküründe, mihraksız ve havada, “geist-ruh, bir yapıp etmedir” diye gevelenen, aparılmış.)... Şe’n ise, bir mânâdır ve “Halk Alemi”nden değildir. (Halk âlemindeki hareketin, hareket ettireni?)... “Emr Âlemi”, Allah tarafından hiçbir mertebe ve tavrın vasıtası olmaksızın, ancak “Kün-ol” emriyle meydana gelen herbir şeydir. “Emr Âlemi”, Mutlak Vücud’a izâfetle ikinci sebebtir; “Halk Âlemi”ne nisbet ise, birinci sebeb. Tahkik ehli, “Halk Âlemi” ile, “Kün-ol” emri olmaksızın “Emr Âlemi”nden meydana gelen herbir mevcudu kastederler. Bütün yaratıklar ruh ve nefsin neticesi oldu. Zirâ Allah, ruhu hiçbir sebeble değil, ancak Zât’ının zâtiyeti ile izhâr etti; ruhun “emr” ile işaret olunması bundandır. Gayrını da ruh ile izhâr etti ki, “halk” da bundan ibarettir.

·

Misâl vezninde: Bayezid-i Bistamî Hazretleri, sekr ânında çıkabilecek veya ifşâ edilebilecek bir söz söylüyor... “Âdem’in çamuruna, suyu döken bizdik!”... Malûm olduğu üzere cismanî vücudu ile ilk yaratılan, ilk insan ve ilk Peygamber, Âdem Aleyhisselâm’dır; Allah’ın ilk yarattığı mahlûk da, Allah Sevgilisi’nin nuru-ruhu... Bayezid-i Bistamî Hazretlerinin küfrü andıran bu sözüne, başka bir büyük izâh getiriyor:

- “Bayezid-i Bistamî, ibriği tutan el lâtifesinden olduğunu kastetmiştir!”

Mesele anlaşıldı... “Ol” ve “olur” lâtifesinden mülhem, Büyük Doğu ve İBDA... Anlayanın Mehd’den “Mehdî” bahsine bizzat bu lûgatta sarkacağı incelikler, plastisite dünyasında süluk’un gölgesini ve her oluşun kendine mahsus nizâm kaidesinin umumî ifâdesini gösterecektir.

·

ılalım... Modern Avusturya edebiyatına has bir dil durumunu, ünlü Avusturya’lı edebiyat tenkidçisi şöyle ifâde ediyor:

- “Avusturya’lı, ana dili ile baba dili arasında bir dil kullanır. Baba dili tâbiri, bir çeşit aydınlar dili sayılan, yazı dilidir. Çeşitli Avusturya lehçeleri ile zenginleşmiş bulunan konuşma dili, yâni ana dili ise, Avusturya dilinin asıl özelliğidir. Ana dili ile baba dili kavramları arasında dengeli bir terkibe varmak, günümüz Avusturya edebiyatı yazarlarının başlıca sorumluluğudur. Modern Avusturya edebiyatının güçlü temsilcilerinde dil, sembolizmi ve mânâca derinliği birleştiren büyüleyici bir tesire ulaşır...”

·

Biz, “ana dili” ve “baba dili” kavramlarını “aşılanan” ve “aşılayan” diye alırsak, “İslâm tasavvufu ve Batı tefekkürü arasında kanatlarını açan İBDA” ifâdesi, bütün bir külliyat hâlinde ortaya koyduğumuz terkibin mahiyetini de açıklar; ruh ve mânâmızın, “tahayyüz-yer tutma” ve isbat sahasında vücut bulan terkib sırrını.

·

Ezel ve ebedi bitiştiren insanî hakikat ve insan aksiyonu bakımından, mutlak tevhid mümkün değildir... Bir şeyin diğerine sirayet ve nüfuzu, sirayet ve nüfuz eden şeyin, sirayet ve nüfuz edilen şeyle perdelenmesidir... Herşey zıddıyla kaimdir... Bu hakikatler çerçevesinde insanın kâinatta –kesret âleminde!- vahdete mecbur durumu, şuurunun, “perde, köprü, berzah” niteliğini de açıklar... Üstadım’ın, bir şiirinde söylediği gibi, “Perdeler, her yerdeler”; ve, o veya bu yüzünde karar kılmak üzere, şuura... “Fark”, akla mahsus ve kategoriler, “tefrik” ise gözle görülen ve hisle anlaşılan şeylere dair ya; “ayıran ve tefrik eden” mânâsına FURKAN?

·

Allah, ruh, mânâ, yahut hiç; kâinat ve kâinat içindeki müşahhas insanın, sırf bu varlığıyla isbatçısı olduğu mücerretler, bunlar... Farkında olan ve olmayan herkes için geçerli bu umumî çerçeveden sonra belirtelim ki, fikir, kendisine nisbetle bir “imân” mevzuu olan sözkonusu mücerretlerin isbatçısı mevkiindedir; kimin ne ve neyin ne olduğu ayrı dava, doğrulayıcı... Mevzuuna mahsus mahalli idrak hâlinde ilim de, fikrin doğrulayıcısı; onun doğrulayıcısı da, “teknik” ifâdesi içinde... Bu “asıl” ifâdesi yanında, elbette ayrılıkları ve birbirinin yerine kaim şekilleriyle, hepsi içiçe!

·

İslâm ve her çeşidiyle karşıtları... Neticede, herkesin söyleyeceği söz, “benim davamın isbatı, benim varlığımdır!” hakikatini ifâde olmalıdır; lisân-ı hâl ile geçerli olan bu hususu şuur hâlinde farketmek, işi, bir takım tutarsız ve havada gevezeliklerden çıkarır. Şu: Dünyadaki varlığım, imânımın aynı ve imânım da, imân ettiğimin... İmân edilene nisbetle, imân ve doğrulayıcısı fikir, “zan” keyfiyetindedir; külle nisbetle cüz ve mutlaka göre araz ve geçici. Burada, insanın varlık bazındaki “ayn” davasının, fikir bazındaki “ayn”ı gerekli kıldığı da açık; küll ve mutlak fikir... Kâfirin peşin olarak mahkûm olduğu bu dava, müslüman için, varlığının aynı olan imânının mevzuu, doğruladığıdır; imân edilen mevzu... Varlık, varoluş ve fikrin, cüz’ü olduğu zarurî külle nisbetle durumu, böyle bir tutarlılık ve bütünlük içinde!

·

Allah’ın Sevgilisi, “Hûd Sûresi” hakkında, “bu sûre beni ihtiyarlattı!” buyuruyor; malûm, sözkonusu sûrede istikamet emrediliyor... İstikamet, Sırat Köprüsü’nün aynı; kimi geçer, kimi düşer... Bir şiirimde şu mısra:

- “İstikamet olmasa imân derdi bedava!”

Kâinatta herşey, kelimeler hâlinde lûgatta toplu ve biz de lûgat işi üzerindeyiz; lisânın hafızasına yüklü bilgiye, niteliğini belirttiğimiz fikirleşme yolunda hareket ve istikamet vermek... Demek ki eserimiz, eserlerimizin toplamı içinde, bir bakıma fikrî bir eser; ve, mânâların birbirini nefyi-reddi, zıtların birliği, kemmiyet ve keyfiyetlerin birbirine dönüşümü vesair gibi temel prensiblerin, sayı tevafuku altında görünümü... Lûgat-ı Salihûn; işe yararların, ehillerin lûgatı... Başta ben, hikemiyat ve felsefe, edebiyat, sosyoloji, psikoloji, iktisat, matematik, fizik, kimya, astronomi, tıb, vesaire, vesaire, ilgililerinin ve bilgililerinin istifadesine... Nasıl?

·

Büyük Doğu-İBDA dikkati içinde: Kelimeler, mevzuuna göre mânâların yığılmasıyla “ıstılah-kavram” hâline gelirler. Çeşitli çap ve seviyelerdeki ilim ve fikir sistemleri ise, birbirini destekleyen kavramların yekûn ifâdesidir. O hâlde, kelime ve kavramların, kendilerini haslaştıracağı mevzu ve isbatçısı olduklarına nisbetle bir çehre belirteceği, belirtmesi gerektiği açıktır; işin, “klişe-dil” vechesi de bu... Bulma, buluşturma ve yakıştırma işi!

·

Sayı ve ebced bahsine geçmeden önce, son bir nükte üzerindeyiz... Dağ, ufalanır ve düz olur; düzün, düzleşme içinde olduğundan bahsedilemez. Bize bu pek basit, ama gerçekte pek derin ve toplayıcı misâli hatırlatan, lûgatta filân kelimede “dağ, şahıs” ve falan kelimede “dağ, ufalanan” karşılıklarını görmemizdir. Parantez içinde, Üstadım’ın dağları “bir şahsiyet ifâdesi ve remzi” olarak pek sevdiğini de, onun “tek kelimesinin boşa gitmediğini” göstermeye memur biri olarak hatırlatayım.

Şahsiyet, mevzuunda azamettir; azamet de, meselâ Allah’ın her türlü keyfiyetten münezzeh sonsuz azametinden misâl verelim, tasavvurdan ziyâde, her zerrede, her nakışta, her varlıkta mevcut, her yerde hazır ve nazır, her şeyi ihata etmiş oluşundadır; bize... Bu misâlin kul ve şahsiyet plânına tatbiki, âdeta dağın ufalanması gibi, aradığında gayb olma şeklinde, şuurun mevzuuna göre nesneye yöneliş ve nesneleştirmeye gücü –ki zaten şuur da böyle görünüyor, şuur oluyor!- ve sirayetidir; “farkında olma”nın bir yönü bu. Sözkonusu durumun, “eşya olmasa, tecelli olmasa, tecelli edenden de bahsedilemez” anlayışıyla ruh’u eşyaya ve ölümü eşyanın bağrında şuura veya hiç’e bağlayışa kadar, Allahsız ruhçuluktan, ruhun da olmadığı hiççiliğe uzanan çeşitli türleri var.

“Ben, kendim, şuur, akıl” diyoruz; bunlar, aynada varlık isbatını görmek gibi, farkında olunacakların varlık zaruretini gerekli kılan, kendi “farkında olan” varlığını o zarurete bağlı gören anlayış açısından bakıldığında, “dağ” misâlinde verdiğim gibi, şahsiyeti tasavvurdan ziyâde, varlığı idrak, sirayet ve ihatada arayan anlayıştır... “Farkında olunan”a dağılış ki, onun mücerretleşmesi boyunca mücerretleşen “ben, kendim, şuur, akıl, ruh”; ve “farkında olan” da mücerret bir şahsiyet. “Herşeyden önce kelâm vardı!” hikmetine, “farkında olunan”ları kaybedesiye bir tecrit içinde, onları sadece kelimelere teslim eden ve bunu âdeta varlığın var olduğunun isbatının son tutamak noktası sayan bir eriş; şu şekilde ki, herşeyden sonra kelâmın kalması, “farkında olan”ın KELÂMÎ oluşunu gösteriyor. İşte, başı ve sonuyla böyle bir bütünlük içinde gayb olan “farkında kişi” ve “farkında olunan”, yâni şahsiyet ve topyekûn varlık, son tutanak noktası diye kelâmda, onun da özü olarak şiirde, mevcut ve hakikat oluyor. İşin doğrudan şiire âit meseleleri bir yana, “şahsiyet” ve “farkında olan” yerine “şiir”i koyan anlayış budur; azamet bahsinde işaretlediğim gibi, şahsiyet, şahsiyet olduğu kadar nesne ve nesneleştirmelerinde “gayb” olmuştur. “Gayb”ın nitelenişi, hakikati, ona yakınlık uzaklık dereceleri, ne dersen de, “ben’in kendini idraki” meselesinin hep ortada duruşu vesaire bir yana, Fuzulî’nin mısraı işin dar ve geniş mânâsını hakikatiyle perçinliyor:

- “Ben kimim, sakî olan kimdir, mey dostları kimlerdir?”

Galiba giriş tamam. Şimdi, kelimeleri fikir hükümleri hâlinde görmek ve fikir hükümleri hâlinde toplamak, istifade, size kalıyor... Çapınızca çoğalmak üzere!..

·

“Alıcının istidadı” kasdıyla söylenen “ders verilmez, alınır!” hikmeti için, güzel bir “reçete” bahsi, misâli... Üstadım, tekrar küçük bir sükûta dönmek üzere, başı ve sonu olmayan –pat diye!- bir cümle söylüyor:

- “Kemmiyetlerin de bir keyfiyeti var; meselâ (1), bir keyfiyettir!”

Sayı hakkında bir kitaba doğru “rüşeym-cenin” hâlinde şekillenen bu mevzuu, Allah izin verirse yazacağım... İştikak bahsinin ehemmiyetini meseleler içinde göstererek parlatmam ve meshetmemin yanında, buna bitişik, Lûgat-ı Salihûn da ondan pay hâlinde!..

·

Erkam: Rakamlar. Sayı işaretleri. Yazılar... Erkam: Alaca yılan... Hayyat: Yılanlar... Hayt: İki şeyi birbirine bağlayan. Dikiş dikmek... Hayatta vahdetin ve tabiî ki vahdetin hakikatinin farkında olmaya memur insan... Neticede, âlemde insan için sayının, varlığın muhtevasından şuurun çıkardığı form oluşunu izâha fazla hacet kalmadı... “Matematik, en geniş anlamıyla tabiatın dilidir. Çevremizde herşey sayılarla temsil edilebilir ve açıklanabilir; herhangi bir sistemin sayı keyfiyet ve suretini gösteren grafiğini çizebilirseniz, kalıpların belirdiğini görürsünüz. Tabiatta hep kalıplar vardır!”... Böyle bir hikmet!..

·

Şimdi: Süryanice, cennet lisânı ve ilk lisân. Bizzat Allah Resûlü, “Süryanice öğrenin!” buyurmuştur. Hüccet-ül İslâm lâkablı İmâm-ı Gazâlî Hazretlerinin, bu dilin öğrenilmesi hususundaki teşvikleri malûm... Bu kökten, bir nevî mânâyı gösteren suret hâlinde türeyen en büyük dil-lisân, Arabça; ve “nehir insanları” demek olan Hind’in dili... Bu vesileyle, eşyanın hakikatinin aranışında bir muhakeme formu olan “hesab-matematik” bahsine de değinerek bildirelim ki, sayı-rakam, “kitabet” demektir. Kitab: Kitab. Levh-i mahfuz. Kur’ân... Büyükler bildirmişlerdir ki, Kur’ân, zâtiyeti itibariyle nurdur ve kendini idrak etmez; Allah nuru kime verdiyse, Kur’ân’ı da o idrak eder... Nitekim bu husus, “Allah, dilediği kullarına ruhu ilka eder” ölçüsüyle de sabit. Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin “Mutlak tevhid mümkün değildir!” sözü, İmâm-ı Rabbanî Hazretlerinin “Allah, ötelerin ötesinde, ötelerin ötesinde, ötelerin ötesinde; sonsuz kere ötelerin ötesinde” sözü, Ebu Hanife Hazretlerinin sayıya gelmeme anlamında Allah’ı “şiddetli bir” diye tavsifi, “Herşeyden önce kelâm vardı!” sırrı ve daha nelerle nelerin nerelerden toplanışı... Neticede, “cebir” ve “ebced” ilminin Arab ilmi olması yanında, “doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olmaz!” hakikati de içinde, “matematik, geometri” vesair sınıflamasına giren ilimlerin de ilk insan nüvesinden gelişi anlaşılmıyor mu? Ve bugün dünya çapında ve öz ilmi üstünde buluş sahibi pek çok matematikçinin Hind kökenli oluşunun sebebi?

·

İnsan soyunun “jeni-öz” ve dehası Arabtır; bu husus, kaba akılla bir takım şeylerin çelişki olarak görülmemesi ve zannedilmemesi için mühim. “Ebced hesabı”na gelince: Arabça eski Sâmi alfabesindeki harf sırasının sayı değerine göre tertiblenmesinden meydana gelen birinci kelime, “ebced”; hesaba isim olmuş, öbür isim de “cifr”... Sözkonusu tertib, İbrânî ve Süryânî alfabesindeki harfleri içine alır. İbaredeki kelimelerin sırası ve harflerin sayı değerlerinin gösterilişi:

- “Ebced, hevvez, hutti, kelemen, sa’fes, karaşet, sehaz, dazig.”

Bu sekiz kelime, bütün huruf-u hecâ denen 28 harfi içine almış, elif’ten gayn’a kadar her harfe de şu sayı değerleri verilmiştir:

- “Elif: 1... Bâ: 2... Cim: 3... Dal: 4... He: 5... Vav: 6... Ze: 7... Ha: 8... Tı: 9... Yâ: 10... Kef: 20... Lâm: 30... Mim: 40... Nun: 50... Sin: 60... Ayn: 70... Fe: 80... Sad: 90... Kaf: 100... Rı: 200... Şın: 300... Te: 400... Se: 500... Hı: 600... Zel: 700... Dat: 800... Zı: 900... Gayn: 1000.

Şimdiki Arabça’da alfabe bu sırayı tutmuyorsa da, harflerin sayı olarak kullanıldığı zaman yine eski sıraya uymak için Ebced sırasını da devam ettirmişler ve birbirine benzer harfleri bu sırada dizmişlerdir. Eskiden müslümanların matematik ve fizikte bu harfleri sayı yerine kullandığını biliyoruz.

·

Arab, Fars ve Osmanlı edebiyatında, -genel olarak İslâm dünyasında demek lâzım!- hâdiselerin tarihleri Ebced hesabı ile yazılırdı. Birçok muharebe, zafer, büyüklerin doğum ve ölümü, yüksek mevkilere geçiş, câmi, köprü, çeşme yapılış ve açılış tarihleri, bu hesaba uyularak mısralarla ifâde edilirdi. Bunun dışında, veli ve ulema zâtlar, Kur’ân ve hadîslerden, bu hesabla mânâlar çıkarmışlardır... Çeşitli ebced hesabı şekilleri meselesi bir yana, ebced’in ehemmiyeti hususunda gerekli birkaç bilgiyi, sırayla aşağıda aktarıyorum.

·

Ebu Abdullah ed Deylemî, “Müsnedü’l Firdevs”inde, İbn-i Abbas’tan gelen bir rivayet nakletmektedir: Ebcedi ve tefsirini öğreniniz. Onun tefsirini bilmeyen âlime yazıklar olsun! “Elif”, Allah ve Allah’a yönelmedir; (İla’llah) ve Allah’ın isimlerinden bir harftir. “Be”, bî’rullah, yâni Allah’ın iyiliği, ihsanıdır. “Cim”, behcetullah, yâni Allah’ın cennetidir. “Dal”, dinullah, yâni Allah’ın dinidir.

·

Beyzavî’nin, “Envaru’t Tenzil ve Esrâru’t Te’vil” isimli tefsir eserinden: İbn-i Abbas’tan gelen bir rivayet ve Ebu Âliye’nin beyanına göre, Yahudilerden bir cemaat Allah Resûlü’ne gelip Kur’ân okumasını isterler. Allah Resûlü, Bakara Sûresi’nin (1) ve (2) âyetlerini okurlar. Yahudiler, “elif-lâm-mim” harflerini ebcedle hesab ederek 71 rakamını bulurlar ve “71 yıl devam edecek bir dine biz nasıl girelim!” derler. Bunun üzerine Allah Resûlü tebessüm ederler. Onlar “bundan başka var mı?” diye sorunca da “evet var!” diyerek, “elif-lâm-mim-sad”, “elif-lâm-ra”, “elif-lâm-mim-ra”ları okurlar. Yahudiler, “artık bilemeyiz ki, hangisine göre hükmedelim; sen bizim aklımızı karıştırdın!” derler.

·

Müslim, Muaviye bin Hakem (r.a.) den şöyle rivayet etmiştir:

“Ey Allah’ın Resûlü! Bizden bazı kimseler, bazı şeylerden uğursuzluk anlamı çıkarıyorlar!” dedim. Allah Resûlü, “Bu sizin içinizden gelen bir vehimdir; bu vehim sizi yapacağınız şeyden alıkoymasın!” buyurdular.

Sonra, “bizden bazı kimseler, kâhinlere gidiyorlar!” dedim. Resûlullah, “Onlara gitmeyin!” buyurdular.

Daha sonra, “Tefe’ül yapıyorlar; yahut kum üzerine bir takım çizgiler çizerek, yazılar yazarak, bundan değişik mânâlar çıkarıyorlar!” dedim. Resûlullah, “Bir Peygamber bu hesabı yapmıştı; O’nun ilmine isabet eden bunu bilir!” buyurdular.

·

Arab edebiyatı tarihinin ünlü ismi Belevî, “Elif-Bâ” adlı eserinde ebced hakkında malûmat verirken, ebcedi ilk defa Hazret-i İsâ’nın tefsir ettiğini söylemekte ve O’ndan bazı örnekler vermektedir. Belevî, Resûlullah Efendimiz’in de ebcedi tefsir ettiğini belirtmekte ve bunu şöyle açıklamaktadır:

Osman bin Affan, Resûlullah Efendimiz’den, “Ebucad”ın tefsirini sordu. Hazret-i Peygamber, “Ebucad’ın tefsirini öğreniniz; zirâ içinde acaib şeyler vardır!” buyurdular. Ebucad’ın ne olduğunu sorunca da, “Elif, Allah’tır, O’nun isimlerinden bir harftir. Bâ, Behcetullah, Cemâl ve Celâlidir. Cim, Cennetullah’dır. Dal, Dinullah’tır. Hevvez’deki Ha, el haviye’dir”... Böylece, Karaşet’in sonuna kadar bütün harfleri tefsir etti. Allahu âlem.

·

Sonu başa bağlıyorum... Bir “Yevmiye” bahsi: “Bir el düşer böyle, görürsün; ve kim olduğunu görmesen de, bilirsin. Sinema rejisörlerine kadar bilinir bu. Hazret-i Ali’nin meşhur sözüdür: Parça bütünün habercisidir... Bazı teferruat vardır ki, aslı gösterir; hakikati ihlâs ile yaşayanda, ihmâle gelmez bu!”... Şerlok Holmes’in vatanı İngiltere, hâdiseleri raksettiren keyfiyeti “gizli el” diye ilân etti; yâni, “dest-i hafî”... Ebcedi, dest-i salih’e denk gelir; salih eli... Salih belli; Üstadım ve ölen ve “ölmeden ölenler”iyle salihûn. El de; zihne gireni bileni de, bilmeyeni de avucuna alıyor “kendinden zuhur”... Gerçek FURKAN zevkine vesile olması dileğiyle eserimi sunarım!

www.akademya.up.to