TARİHTEN BİR YAPRAK

SALİH MİRZABEYOĞLU

BİRİNCİ BÖLÜM: ZAMAN ŞUURU

ZAMAN ŞUURU

Kulakların fikir adına karga seslerinden başka bir şey duymaması ve maymunlaşması bir yana, kendisini yok edecek fikirsizliği insiyakla olsun sezme iktidarından mahrum uyuşukluğunu, en azından müspete ihtiyacı gösterecek olan bir cinnet patlamasından başka ne sarsabilir? Hani, “Mütefekkir”in ‘his iptali’ olarak vasıflandırdığı, ıstırap çekme hassasının bile kaybolduğu hal. Tarih, Hicri 1401. Kime mi söylüyoruz? Ne hazindir ki, şöyle veya böyle üzerine alınacaklar da, fikirsizliğini olsun görme nasibinde olanlar; bunun marifet olduğu bir zamandayız.

Ne fikir ne hareket plânında, öncüsü, yol göstericisi ve rehberi olmayan, ani bir patlak halindeki “zuhur”umuzun manasını, her şart altında ve şartların gerektirdiği vasıtalar çerçevesinde yürüteceğiz.

Bize sorsalar: Geçmişinizin mesuliyeti size ait olarak girdiğiniz “Büyük Fikir Kapısından”, yine fikir ve ruh çerçevesinde cereyan eden temastan sonra, bugün tekrar serbest olarak, o kapıya ruhi ve fikri bağlılığınızı ne zamana kadar devam ettirebileceksiniz?

Biz de cevap versek: O kapı önünde sadece kendimizi anlatsak ne çapta bir aşk destanı doğardı biliyor musunuz? Bilseydiniz, bunun tersini hiçbir zaman göremeyeceğinizi de bilirdiniz. Biz o nefesi genişletmeyi, yaymayı, hayatımızın sebebi, manası, tek kelimeyle hayattaki görevimiz bilmişiz; anlamayı ve anlatmayı. İşte anlama ve anlatılması gereken en mühim mesele: “Nihayet zamanın kokutulduğu ve taaffün mevceleri halinde göklere yükseldiği bir vatana çatmış bulunuyoruz. Her millet, iyi kötü, kendisine göre zaman ölçüsü içinde giderken, bizim bu halimiz en kaba manasıyla bile artık zamanımızın tükenmek üzere olduğuna işâret... Hiç olmazsa bu dehşet hissini kavrasak daha bir çok şeyi kavramak istidadına kavuşmuş oluruz” (1)

***

İçinde bulunduğumuz zaman ve mekân etofu (yapısı, dokusu), neticeler dünyası olarak halimizi gösterir; hal ifadesi... Bu hale vücut verici sebeplerin araştırılması, tarihi çözümlemenin mevzuu olarak geçmişimizi gösterir; sebepler dünyası... Neticeler dünyasından (olandan) hareketle, ihtimaller aleminde olması gerekeni bulma; ihtimaller aleminin mihrak noktasını yakalama davası...

Halin, geçmiş, hal ve geleceği ifade ettiğini söylemek oldukça sıradan. Ancak, gerek bunun nitelenmesi ve gerekse çetin fikir çileleri ile kutuplaşıp, sıradan hale gelince mahrum nasipler üzerinde tesir meydana getirmez nice kavramlar gibi, yeniden anlaşılması gereken bir mesele. Bu bakımdan, eşya ve hadiselerin sürekli yapısı içinde zamanın zahiren geriye dönüp geçmişin haldeki duruma bağlanması, adeta geçmişin bilgisini ruha yansımış halihazırda “oluş” içindeki şuurla yeniden kurma ve halde “zaman ölçüsü” yakalama işinin, vesikalara dayalı malum tarih anlayışından ve hale muhatap olana nispetle hükmünü ona hakim kılan tarih görüşünden farkını işâretleyebilmek için, “tarih şuuru” yerine “zaman şuuru” dedik.

Kısaca ve topluca: “Topyekün hadiselerin, üstünde tohumlaştığı, açıldığı, geliştiği, sonra solduğu, pörsüdüğü,erdiği silindiği, onsuz OLUŞ’un yok”(2) olduğu zamanın mekânda tecelli eden objektif temposu yanında, “varlık”ın geleceğe doğru gerçekleşmelerle ortaya çıkacak yönünün de onun muhtevası içinde olması ve buna göre; kemmiyetlerin (şeyler ve nesneler) zaman-mekân birliğinde “olan”ı, keyfiyetlerin ise (ki, eşya ve hadiselerin özü, aslı, mayasıdır). “olan”dan hareketle “olması gereken”e doğru var “oluş”u göstermesi bakımından, zamanla keyfiyet arasındaki alakayı ve tıpkı müessesenin”yapı”nın çitini ifade etmesindeki manayla, “insan”daki geçmişle dolu geleceğe açık sübjektif zaman”yapı”sını gösterici tarih anlayışı.

"Vakıa sebep olmadan netice doğmaz; fakat neticeyi teşhis ettirici yolların da sebep kutbuna bağlı düğümleri vardır. Öyle ki, sebep, bütün kendi eseri olan netice yollarından da aranabilir.”(3) İşte bu usulün, “hal”de bize zaman ölçüsünü kazandıracak ve geçmişi haldeki aksiyonu feyzlendirme malzemesi yaparak geleceğe sarkıtarak, “belli bir şekilde düşünme ve hareket etme kabiliyetini” teşekkül ettiren “tarih şuuru”.

Bu anlayış aynı zamanda, güya İslâmi niyetli, ancak haldeki “insan”a hükmünü hakim kılan tarihi görüş kokululardan uzak. Bu yüzdendir ki, geçmişten geleceğe uzanan çizgide,insanı kendi aksiyonuyla değerlendirme yerine onu mesuliyetten kurtarıcı “kaderin elinde oyuncak” anlayışına yaklaştıran, “davanın gerçekleşmesini İlahi İrade’den çok, sanki kendi gerçekleştirecekmiş gibi benlik havasında” vs. gibi doğrularla yanlışları birlikte ifade eden görüşlere de uzak. Çünkü bizim bahsettiğimiz tarih şuuru içinde, diğer iki tarih anlayışı da gerçek değerini ve yerini bulduğu için, insan kaderin elinde oyuncak değil; kader insana yüklenmiş olarak, insanın yaptığı kaderdir. Buna göre, benim insani memuriyetim gereği “davayı BEN gerçekleştireceğim” çünkü, “kimse kaderin sırlarını ve tecellilerini olduğu yerde beklemek selahiyetinde ve kudretinde değildir. Kader, bir amel meselesi değildir; bir itikad meselesidir.”(4)

Yakından bakarsak; bu anlayışla, neticeler dünyasından (olandan) hareketle ihtimal (olması gereken) hesabı, eşya ve hadiseler arasındaki ilişki ve sürecin, zaman-mekân birliği içinde ve “belli bir şekilde düşünme ve hareket etme kabiliyetinin” teşekkülü şeklinde, “oluşan” bir fikir olarak ele alınmasıdır; oluşan geleceğin fikri... (Böylece “tarih şuuru” derken, bunun bizzat dünya görüşümüzü işâretlediği anlaşılır. Malum Tarih ve şuuru da buna nisbetle ele alınır.) Bu fikir, haldeki aksiyonu beslemek için geçmişin halihazırdaki yansımasıyla kurulan ve “oluş”un özelliğine nüfuz etme gayesi bakımından keyfiyetçilik usulünü gösteren bir tecriddir. Keyfiyetçilik “her iş vahidini, onu saran mücerred (soyut) oluş cevherine (özelliğine-yaradılışına) göre değerlendirme davası...”(5)

Burada, geçmişten geleceğe uzanan ilişki ve süreç, haldeki “irade”nin aksiyonuna mevzu teşkil ettiği için, “kendi kendine gerçekleşme” mevzu dışıdır; söz konusu olan davranış (aksiyon) imkânıdır. İhtimal (gelecek) hesabında, gerçekler haline getirilecek davranış imkânları, davranış olması gerekenler ve gerçekleştirilmesi gereken değerler sözkonusu... Ve, insanı toplumun bir fonksiyonu gibi ele alarak, hareket ve düşünceyi kişilerin toplumdaki (kurum-çevre-yapı vs.) durumlarıyla kayıtlayan düşüncelere (ve tarih görüşüne) uzak.

***

Sosyal olay, cisim ve şeyleriyle zaman-mekân birliğinde görülen objektif (müşahhas) bir gerçek olmanın yanında, bunların yok olmasıyla kaybolmayan, sübjektif manasıyla bunların ilişki ve tesirleri, arkadan gelenlere devredilen dinamik yapı, şekil, örnek ve süreçtir. Ki, insan bu yüzden sosyal mekânda toplumsal “zamani yapı”ya da dahil olarak “zamani insan” oluşunun şuuruna erer. “İnsan”daki zaman karakteri, sosyal olayın “şey” ve “cisim”den çok, fert ve toplum ikili münasebeti halinde tezahür eden “süreç” ve “dinamik yapı” olmasından dolayı teşekkül eder.

Sosyoloji tarihle farkını, hadiseleri zaman ve mekândan müstakil olarak ve genel gerçekler çerçevesinde ele almak şeklinde belirtirken, besbelli ki, sosyal ve tarihi bünyede fonksiyonunu ifa eden ilişkilerin muhtevasına hakim gayelerin gerçek değerini, nihai gaye ve hedefini anlamak işi, bahsettiğimiz dünya görüşünü işâretleyici “tarih şuuru” ve usulü içinde.

Mazi, hal ve istikbali gözönünde tutucu, zamanı aşma gayesini nihai hedef ve kıymet ölçüsü olarak kabul eden bir dünya görüşünün ışığında durumumuzu değerlendirmek; bunu anlamak ve becerebilmek. İşte meselelerin meselesi...

***

Nasıl ki, lügattan kelimelerin ölü klişeler halinde ezberlenmesiyle lisan öğrenilemezse ve her ilim öğrenilmesi gereken ayrı bir dilse, bir dünya görüşü çatısı altında her mevzuun kuruluşu da ona bağlı bir dilin kuruluşudur. Bu bakımdan “hareket sistemi”ni oluşturma yolunda her adım, daha önceki meselelere aydınlık getiren bir kutuplaşmadır; değişik meseleler ve açılardan birbirini aydınlatarak berraklaşma... “Tarih şuuru” da, bütünlemeye gittiğimiz yolda, özellikle durum çözümlemesiyle birlikte gözönünde tutulması gereken, “temsil ettiğimiz mana” üzerine çekilmiş bir kat.

(Aynı zamanda da, zorun en kolaycı ağızdan ifadesi halinde, “İslam’da devlet” şeklindeki çıkışların, devletin ne muhtevası ne doğuşu ne fonksiyonu üzerinde düşünme usulüne malik olmaksızın saçmalamalarını tasfiye etmek üzere bir işâret).

Sözü Macar ihtilâline bağlamak istiyoruz. Hemen ve tek cümleyle belirtelim ki, Macar İhtilali, insanımızın “kendi şuuru”na ermesini istemeyen ve onu anti-komünist çizginin malzemesi olarak tutmak isteyen zihniyetçe şöyle veya böyle işlendi. Biz burada onu, kendi dilimizle ve onun etrafında işlediğimiz meselelerle gündeme getiriyor ve anti-komünist olmaktan başka bir mana ifade etmez adamlardan ayrı, kendi şuurumuzun nefret kutbunu şuurlarda kutuplaştırma verisi olarak ele alıyoruz. Anti-komünizm propagandası yaparken, onun yerine bir şey getiremeyerek komünist propagandası yapmış olan kafadan ayrı...

14 Mart 1981

©İBDA YAYINLARI

Adres: İsmail Kazım Gürkan Cd. Üretmen Han 3/316 Cağaloğlu / İstanbul

Tel: 0212- 528 33 07